1 Aralık 2011 Perşembe

Ben, sen, o, biz, siz, onlar ve kendi arasındaki farklar

Bugün otostopla, hem de muhteşem bir performansla evin köşesine gelip elim telefona gittiğinde fark ettim yalnızlığımı. Kimle paylaşacaktım bu olayı?Aklıma kimse gelmedi... Gerçi kendimle konuşurken çok hızlı bir şekilde üzerime koşan 8-10 köpek bu durumu o an için fazlaca düşünmemi engelledi ya, sonra yine aklıma geldi tabii. Duvara tırmanırken elim melim çizilmiş ama alışkınım ben köpeklere de, kovalanmaya da, sıyrıklara da...İki tek atacağım zaman bile marketi arar oldum artık. İnsanlar arayınca sebepsiz açmıyorum telefonu, bazen meşgule atıyorum. Daha çok kitap okuyorum belki, halbuki bu daha da yalnızlaştırıyor beni. Daha az yemek yapıyorum, kahvaltı hazırlayıp uyandıracak kimse de yok denebilir. Kadınlarla flört etmeye bile mecalim yok. Ya yaşlanıyorum ya da  büyüyorum ama anladım ki ikisini de istemiyorum...

Şimdi bir de bunun üçüncü tekil halini okuyun bak, çok eğlenceli, kendini bir şey sanıyorsun bir an.

Bugün otostopla, hem de muhteşem bir performansla evin köşesine gelip eli telefona gittiğinde fark etmişti yalnızlığını. Kimle paylaşacaktı bu olayı?Aklına kimse gelmedi... Gerçi kendiyle konuşurken çok hızlı bir şekilde üzerine koşan 8-10 köpek bu durumu o an için fazlaca düşünmesini engellemişti ya, sonra yine aklına geldi tabii. Duvara tırmanırken eli meli çizilmişti ama alışkındı o köpeklere de, kovalanmaya da, sıyrıklara da...İki tek atacağı zaman bile marketi arar olmuştu artık. İnsanlar arayınca sebepsiz açmıyordu telefonunu, bazen meşgule atıyordu. Daha çok kitap okuyordu belki, halbuki bu daha da yalnızlaştırıyordu onu. Daha az yemek yapıyordu, kahvaltı hazırlayıp uyandıracak kimse de yoktu neredeyse. Kadınlarla flört etmeye bile mecali yoktu. Ya yaşlanıyordu ya da  büyüyordu ama anlamıştı ki o ikisini de istemiyordu...

11 Ekim 2011 Salı

Çatıdan geçer mi kardeş?

Selamın aleyküm hocam.
Bugün yaşadığım ibretlik olayı dolandıra tiksindire size de anlatmak istiyorum, gerçi nasıl anlatacağım ben de bilmiyorum ama bakalım. Kısmet...
Geçenlerde maymun iştahımın başıma açtığı dertler yüzünden kendimle ilgili tespit yapmıştım. Ben pek okuma alışkanlığı olan bir adam değildim yakın zamanlara kadar. Ha şimdi öyle miyim, bence cevap yine hayır. Ama gayret ediyorum bir nebze, iştahım sağ olsun. İnsanların bu konuda genel fikirlerini almaya kalktığımda da "zaman yok arkadaş, bütün gün dersler falan" ya da ne bileyim çalışan biriyse sorduğum "işten yorgun argın geliyorum zaten, elime kitabı alır almaz uyuyakalıyorum evladım" gibi geçiştirme cevaplar alıyorum. Ben kitap okumama bahanelerime bakıyorum, hemen hemen aynı. Arada gerçekten düşünüyor insan. Karnını zor doyuran, bütün gün ağır ya da yorucu işlerde çalışan insanlar eve pestil gibi gelince nasıl okusunlar? "Hayatta kalma" mücadelesi, "hayatta olma" lüksümüzü elimizden alıyor büyük oranda. Haklılar gibi, yani öyle gelmişti bugün yaşadığım olaya kadar.
Otobüs bekliyorum Meşrutiyet'te...Hava puslu, insanlar her zamanki gibi ısrarla koşuyor. Otobüs durağında yine Ankara'ya özgü sıra, yaş ortalaması 67. Otobüs gelmeden paralı otobüsün beklediğim durakta durup durmadığını yaş ortalamasını yukarı çeken bir dayıya soruyorum. Çok sempatik soruyorum ama, yağmurda bir de azar işitmek istemiyorum. İşe yarıyor, kartını kullanmamı bile teklif ediyor dayı. Reddediyorum, 25 yaşında adamım sonuçta, otobüse verecek param yok mu benim... Ayıp be bana, ayıp! Otobüs yaklaşınca sıra dağılıyor tabi, dayılar ve teyzeler feryat figan... Ntçk'lar havada uçuşuyor, göz göze geldiğimde bana isabet edenler olduğunu da anlıyorum ama az önce sırada sempatiklik yaptığım dayı beni savunuyor. Orada anlıyorum beni gerçekten sahiplendiğini. Neyse, olaylar olaylar derken oturuyorum en arkada dizlerimin sığabileceği bir koltuğa. Hop, yaşlı bir amca(neden öteki dayı da bu amca diye sormayın, görseydiniz bana hak verirdiniz) ayakta kalıyor, yer versem mi derken yanımdaki genç seri bir hareketle yer veriyor ve alıyor elimden nazik olma fırsatını. "Aman canım ben de oturarak giderim, zaten ıslandıydım" diyor karaktersiz tarafım. "Oh be, doğru dedin" diye cevap veriyorum. İşte o amcanın benim aklımı alacağını bilemezdim yanıma oturunca.
Amca tam bir memur edasında; orta sınıfın alt katlarına sıkışmış, üstü başı temiz, tertipli ama uyum için hassasiyet gösterilmemiş. Zayıf yapılı zaten, gençken metabolizması hızlıymış. Yiyip yiyip kilo almamış, hala da almıyor. Böyle insanlar genelde sinirli bir karaktere sahip olur, lakin bu amcadaki halet-i ruhiye çarşaf gibi. Dingin mi dingin, temiz yüzlü böyle, boynuna sarılasım var. Sonra o şok edici hareketini yapıp elini kahverengi ceketinin cebine götürüyor, cebinden bir parça kağıt çıkartıyor. Yanımda oturuyor o sırada, yandan görüş açım oldukça başarılı. Bir de bakıyorum ki bir köşe yazısı. Bir arkadaşı tavsiye etmiştir diye umursamayacak oluyorum ama içim içimi yiyor, yancılığım sayesinde çaprazdan okumaya başlıyorum amcanın zayıf uzun parmakları arasından. Bir olay anlatıyor köşe yazısı, kimin olduğunu da hatırlamıyorum. Bitiremeden kalkıyorum zaten birine yer vermek için, ben de katılıyorum otobüsteki sorumluluk sahibi insanlara. Ayağa kalkınca ayılık olmasın diye okumaya çalışmıyorum gerisini, sağımdaki solumdaki ergenlerin konuşmalarını dinleyip geçmişimi hatırlıyorum. İki dakika sonra kafamı amcaya çevirdiğimde az önce size "nesine şok oldun adamın cebinden yırtılmış köşe yazısı çıkarmasına" dedirten olay tekrar ediyor. Amca biten yazıyı çıkardığı cebine koyarken, başka bir cebinden yeni bir köşe yazısı çıkartıyor, biraz sonra bir başkasını... Sonunda anlıyorum ki, muhtemelen iş yerinde gazete okumaya bile vakti olmayan o yaşlı adam, o emektar amca, gazeteden sevdiği yazarların köşelerini yırtıp cebine koymuş... Yolda teker teker çıkarıp okudu köşeleri gözlerimin önünde... Bir ara gereksiz medeni cesaretimle "amca çok özür dilerim, ben az önce bir terbiyesizlik yapıp sizin okuduğunuz yazıya biraz baktım. Sonunu da çok merak ettim, hani şu falanca olayın geçtiği" deyip yazının kalanını ayakta bin türlü zahmetle okuyup geri veriyorum...
İşte bu olay bana bir kez daha kim bilir kaçıncıya aldığım bir ders verdi: İnsan; ekonomik durumu ne olursa olsun, ne kadar zor şartlarda yaşarsa yaşasın, tıpkı bir zamanlar Türkiye'deki işçi kardeşlerimizin başardığı gibi okumaya zaman ayırabiliyor. Hayatını okuma alışkanlığını hesaba katarak planlayıp, cehaletin karanlığına bir mum yakmayı başarıyor. (oh be, şu klişeyi de bastım ya, artık içim rahat) Galiba şapkamızı önümüze koyup, kendimizle yüzleşmeliyiz: Biz okumak istemiyoruz. Bu yükün altına girmektense, internette sosyal paylaşım sitelerinde zamanımızı öldürmeyi seçiyoruz. Ülkeyi bırak, kendimize bile doğru düzgün faydamız yok. Ya da bana öyle geliyor, bilemiyorum.
Amcaya ne mi oldu, telefonum çalmasaydı onu okuduklarından ayırıp muhabbete girecektim. Talihsizlik, kısa tutmama rağmen akabinde o da inip özendiğim hayatına geri döndü.
Durum bu.
Haydi selametle.

Ayakkabılarınızı içeride çıkarın lütfen.

Ey şeytana uyup bu sayfaya ulaşmış insan evladı! Sakın ha sakın benden kaliteli, akıcı, mantık bütünlüğü bozulmamış yazılar bekleme. Neden mi? Hem bende o kadar güçlü kalem yok, hem de bana ne oluyor arkadaş? Ben kimim ki entelektüel(aydın lan işte, bu laf hakaret gibi) kardeşlerimiz gibi konuları derinlemesine inceleyeyim, değil mi? Sadece aklıma geleni yazıyorum kendime not şeklinde. Kendi kendime sık konuşurum zaten, arada paylaşayım ki siz de gülün. Düşünenler bile çıkabilir bazen, yani umarım. Neyse konudan uzaklaşmayayım. Durum budur. Okuyanların hayatından çaldığım dakikalar için şimdiden özür diliyor, hepinize iyi bayramlar diliyorum.